Kitabın ilk 10 sayfası. http://www.kitapyurdu.com/icsayfalar.asp?id=100636&session=B924916C-7E39-4110-95F7-6C7D94466ED5&LogID=
------------------------------------------------------------------------
Aşağıdaki seçmeleri eksik olmasın Adem Bey (Koçal) gönderdi. Seçen: Mustafa Osta. Kaynak: http://www.tarih-kultur.com/default.asp?mct=detay&Topic_ID=39719
------------------------------------------------------------------------
Tabii İtalya’daki Rönesans mimarisini göz ardı etmeyelim; ama
yaklaşık bin sene İstanbul hem bu büyük mabediyle, hem de bizzat kendisi
milletlerin dikkatini çekmişti. Ona
gitmek, onu gezmek, onu görmek bir imtiyazdı. (s. 11)
Buna rağmen,
İstanbul’un nüfusundan çok zenginliği,
orijinal mimarisi, kütüphaneleri dikkati çekerdi. Develer dolusu
kervanlarla bu şehre kitap taşınırdı. (s. 12)
Bu şehrin törenleri, anlatılsın, öğrenilsin diye kitaplara
konu olmuştu. (s. 13)
Bunun gibi bir başka tören de Kılıç Alayı idi. Eyüp’ten
kılıç kuşanmış padişahın şehre makamına doğru yürüyüşünü düşününüz. Bunun
kudsiyeti sadece bu toplumda değil, bütün dünyada tanınmak zorunda kalmıştır.
1. Dünya Savaşı içinde son padişah tahta çıktığı ve cülus törenini yaptığı gün
kılıç kuşanmıştır. O zaman İngilizler şehri bombardıman altına almıştı. Sultan
6. Mehmet Vahidettin; Bugün şehir bombalanmaz demişti. Hakikaten o gün bomba
atılmadı. (s. 16, 17)
19. yüzyıla kadar kimseye burnundan kıl aldırmayan İstanbul,
aklımızı başımıza toplarsak gene de aldırmaz. potansiyeli bu kadar yüksek,
gelişmeye bu kadar müsait, bu kadar güzel ve bu kadar zengin mirasa sahip başka
şehir nerede? Hangi şehrin böyle bir silueti var? İstanbul’un dışı cihanı
yakar, içindeki keşmekeş de bizi. Elli senedir onu çirkinleştirmek için her
şeyi yapıyoruz ama gene de güzel. (s. 17)
Süleymaniye, 1, 5 kilometrekare alanıyla bizim
kimliğimizdir, nüfus kağıdımızdır. Bizim bu memleketteki tapumuzdur. Buradaki
laubali davranışımız, büyük şehrin hengamesine bu muhiti bırakmamız düpedüz bir
intihardır. Üstelik gelecek nesillere karşı bizi utandıracak bir intihar
olduğunu söylemek gerekir. (s. 25)
Harem’deki bütün kızlar padişah için toplanmış değildir.
Orada padişaha takdim edilecek, padişahın beğeneceği özelliklere sahip bazı
kızların olduğu doğrudur. Ama neticede birtakım kızlar orada hizmetli olarak
kalır ve asıl önemlisi buradaki Türkçe ve İslamı öğrenen ve Osmanlı saray
medeniyetinin benimsetildiği bu kızların bir kısmının Birun’a çıkan Enderun
halkıyla baş göz edildiğidir. Dolayısıyla bir kan aristokrasisi, bir hukuki
hükümranlık statüsü tespit edilmediği halde, Osmanlı cemiyeti de insanların
genel kuralı dışında kalmamaktadır. Orada da insanların evlendirilmesi yoluyla
bir seçkin sınıf yaratılmaktadır. Bu seçkin sınıf eli ayağı tuttuğu, aklı
işlediği sürece hükümdarın yanında devletin yönetimini götürmektedir. (s. 33)
Bilhassa bizim okul tarih derslerimizde bir israf, bir
lüzumsuzluk olarak addedilen ve ardından kanlı cahil bir isyanı davet ettiği
için adeta suçlanan Lale Devri, bir medeniyetin açılması ve gelişmesi için
adeta lüzumlu bir üslup değişikliğidir. (s. 59)
Fatih bir Rönesans senyörüdür. Rivayetler kendisinin çok
lisan bildiği etrafındadır. Bu boş bir söz değildir. Mesela Trapezuntus,
Giacoma Languschi diyor ki; onun kadar Helen kaynaklarını iyi okuyan yok. (s.
73)
Osmanlı İmparatorluğu’nun sarayları ve şaşaası üzerine çok
söz söylenir; çok slogan atılır. Bütün bir nesil; okul kitaplarında yer alan
Maliyenin iflası ve saraylar hikayesiyle büyümüştür. Oysa insanlarımız, son on
yılda Avrupa’nın ve Rusya’nın başkentlerini gezmeye başladıktan ve buradaki
saray ve kasırları gördükten sonra daha iyi fark ediyor;19. yüzyılın Osmanlı
devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek kadar ölçüde
mütevazidir. (s. 91)
Üzerinde durulacak bir konu da Topkapı Sarayı’nın
zenginliğinden ve ihtişamından çok kendine has karakteri, has çizgileri ve
ananeleridir. Topkapı Sarayı bir ananedir ve buradaki yaşam bilmemiz gereken
bir çizgidir. (s. 95)
Uzun bir saltanat boyunca Osmanlı Hanedanını kimse
değiştirmeyi düşünmemiştir. Bu hanedanın halkla ilişkilerinde kendine kendisine
has özellikleri vardır. Osmanlı, üst
üste bir düzine başarılı mareşal yetiştirmiş bir hanedandır ve içinde takdire
şayan çok sanatkarlar vardır. (s. 116)
Mektebi Harbiye’nin, Yeniçeri Ocağı’nın hemen
kaldırılmasından sonra yeniden teşkili ve özellikle 1848 gibi çok erken bir
tarihte Avrupa ordularının bile bazılarında görülen kurmay mektebinin kurulması
Osmanlı ordusundaki kumandan tipinin çok süratle modernleşmesini sağlayan
yeniliklerdendir. İşte bu iki müessesedir ki modern Osmanlı ordusunu ve muasır
tarihimizi şekillendiren kadroları da ortaya çıkarmıştır. (s. 122)
Yetişen bu grup imparatorluğun modernizasyonunu temsil
etmektedir. Başarısız ve erken terfi dolayısıyla hayalperest emeller peşinde
imparatorluğu ve orduları pek de hayırlı yollara sevk etmeyen Enver Paşa
dışında unutmayalım, 1880’lerde doğan bir grup başta Mustafa Kemal Paşa, Kazım
Karabekir, Fevzi Paşa ve tabiî ki Ali Fuat Paşa olmak üzere bunu
göstermektedir. (s. 123)
Osmanlı Devletin’de Kadı ve Kazasker çok önemliydi.
Kadıların reisi olan Rumeli ve Anadolu Kadısı Divan-ı Hümayuna girerlerdi.
Divan-ı Hümayuna Şeyhülislam girmezdi. (s. 133)
Sultanahmet Meydanı ve onun etrafındaki eserlere sahip olan
bir millet ve memleket, kültürüyle ve tarihi şahsiyetiyle haklı olarak
övünebilir. (s. 146)
Ayasofya 537 yılında uzun bir inşaattan sonra açılan bu
büyük kilise, üstünden geçen 1000 yılın sonunda, Sen Piyer, Süleymaniye ve
aşağı yukarı bir 50 yıl sonra da yanı başındaki Sultanahmet yapılana kadar
bütün dünyanın en büyük mabediydi. (s. 149)
Şunun üzerinde önemle durmalıyız; Türkiye yeryüzünde
yoğunluğu itibariyle eski eserler barındıran en zengin ülkelerden biridir. (s.
163)
Osmanlı eğitimi hepimizin dikkatini çekeceği üzere irsiyyete
dayanan, bir seçkin zümre yaratmaktan
çok liyakat sahibi ve buna sahip olabilecek kabiliyetteki gençlerin seçilip,
yetiştirildiği bir sitemi ifade eder. (s. 177)